“Eğer sadece karşısında gördüğünü çizen kişi sanatçı olsaydı, fotoğrafçı sanatçıların kralı olurdu.”
19.yüzyılın “hazırcevap” ressamı James Abbott McNeill Whistler, bu meşhur sözünü söylerken geleceğin tasarımcılarına yol gösterdiğinin, acaba farkında mıydı?
Biz tasarımcılar, ekranın karşısında saatlerce pikselleri, vektörleri ince ayar yaparak özgün olanı yaratmaya çalışıyoruz. Acaba özgün olanı yaratmanın bir formülü var mıdır?
Whistler, sadece görmeyin aynı zamanda hissedin mesajını 150 yıl öncesinden biz tasarımcılara göndermiş. Whistler aslında özgün olanı yaratmanın yolunu göstermiş. Bunu anladığımda profesyonel tasarım yaşamımın başlarındaydım.
Yeni mezun olmuş ve kendimi bir ekranın karşısında tasarlarken bulmuştum. Özgün olanı tasarlamak hiç kolay değildi. Yine tasarlamak için saatlerce çabalayıp durduğum günlerden birinde, ekranıma gözlerimi dikmiş bakarken, merakımın beni 1872 yılına, Claude Monet’in meşhur “Gün Doğumu”na götürmesini hiç beklemiyordum.
Bir sürü font, çizim ve rengin kombinasyonlarını bana verilen alanın içerisinde denerken merak ettim; özgün olabilmem için, çizimlerime bakarken ne görmeliydim? Whistler ne görmemi isterdi? Merakımın peşinden, işte böyle, sorularım gelmeye başladı.
Ekranımda ki çizimlerime ve renklerime daha yakından bakmaya başladım. Tasarım programımın büyüteci yardımı ile çizimlerimi büyüttükçe çizgiler ve renkler kaybolmaya başladı. Çizgiler ve renklerin yerini pikseller aldı. Bu pikseller sadece üç renkten oluşuyordu; kırmızı, yeşil ve mavi. Renk teorisini bilen biz tasarımcılar için bu bir sürpriz değil. “Ekranda gördüğümüz renk uzayı sadece üç renkten oluşmakta”, bilgisi bize yıllar öncesinde okul sıralarında zaten öğretilmişti. “Bu teorik bilginin altında yatan gerçek ne?” diye kendime sordum.
Sorularımı araştırmalarım, araştırmalarımı cevaplarım izledi...
Beynimiz, algılanabilen ortamda, algılanabilen hareketleri kesintiye uğratan tüm uyarıcıları bir risk, yani bir tehdit olarak algılıyor. Beynimiz aynı bir pazılın eksik parçalarını yerine koyar gibi, bizi hayatta tutabilmek için bu kesintileri tamamlamaya çalışıyor. Sadece üç farklı dalga boyuna ait renkleri kullanarak, beynimiz tüm renk uzayını algılamamızı sağlayan bir oyun oynuyor.
Beynimizin bizlere oynadığı bu oyunu avantaja çevirmeyi başaran “John Logie Baird”
ve “Philo Farnsworth” sayesinde biz tasarımcıların işi çok kolaylaştı. Bu iki bilim insanı noktaları, renklere ve harekete çevirmeyi başardı ve şu an bakmakta olduğum ekranın temelleri olan televizyonu icat ettiler.
Gözlerimizin ve beyinlerimizin gerçekleştirdiği bu illüzyon gösterisini, bu iki bilim insanından çok daha önceleri yaşamış olan Georges Seurat, eserlerinde kullanmaya zaten başlamıştı. Seurat, küçük saf renk alanlarını tuvalin üzerinde yan yana koyarak, uzaktan bakan bir gözün alan farklılıklarını algılamasını önlemiş ve beynin bu renk gruplarını birleştirerek başka bir renk görmesini sağlamıştı. Renkler, “Divizyonizm” tekniği ile Seurat tarafından tuval üzerine “Puantilizm” şeklinde yerleştirilmiş ve o muhteşem “La Grande Jatte Adasında Pazar Akşamüstü” manzarası ortaya çıkmıştı.
Gölge ve derinlik vermek için bir rengin derece derece koyultulması yada açılması yerine küçük renk lekeleri uygulayarak, bu devrimsel görme yolunun önünü ilk açanlar ise “İzlenimciler” yani “Empresyonistler” idi. Claude Monet “Gün Doğumu” eserinde doğan güneşin izdüşümünü sulara düşürürken, aynı zamanda modern yaşamın üzerine güneşini doğuruyordu.
Kendime tekrar sordum. “Peki, sanat tarihinin ustaları neden bu yolu seçmişlerdi?” Bence, çok basit bir cevabı vardı. Sadece gördüklerini değil, aynı zamanda hissettiklerini de resmederek, çarpıcı ve farklı bir görsel dil ortaya koymak istemişlerdi.
Profesyonel yaşamımın ilk yıllarında keşfettiğim gerçek şuydu; Empresyonistler tuvalleri üzerinde, bilim insanları teknolojik oyuncakları üzerinde ve biz tasarımcılar ambalajlar üzerinde görülenin, sadece görülmesini değil aynı zamanda hissedilebilmesini istiyorduk. Gören gözlerin hissedebilmesi için önce tasarımcının hissetmesi gerekmekteydi.
Renk ve sevgi ile Grafimetlerken de; merakım, sorularım ve araştırmalarım hiç bitmiyor ve bilgisayar ekranıma bakarken her zaman "güneşin doğuşunu" görebiliyorum. Özgün olabilmek için pikselleri, vektörleri, renkleri ince ayar yaparak, bilgisayar başında geçirdiğim onca zaman bu sayede artık çok daha anlamlı.
Comentarios